Woods are lovely, dark and deep,
But I have promises to keep.
And miles to go before I sleep,
And miles to go before I sleep.
– Robert Frost
(Not: Henüz fotoğraflar organizasyon tarafından yayınlanmadı. Elimize geçer geçmez buraya ekleyeceğiz.)
Yarış başlayalı 22 saat olmuştu.
Dipsiz ormanı çevreleyen zifiri karanlıkta pedal çeviriyorduk. Durmak bir seçenek değildi. Hava o kadar soğuktu ki, donmamanın tek yolu hareket etmekti. Yolumuz uzundu. Hava kararırken girdiğimiz ormandan hala çıkamamıştık. Bakışlarımı harita ile önümde uzanan yalnızca on, on beş metresini görebildiğim yola odaklamaya ve etrafımızı saran bu kasvetli ormanın derinliklerine mümkün olduğunca bakmamaya çalışıyordum. Eminim ki Banu, arada kafamı çevirip ona baktığım zamanlarda kendisini kontrol ettiğimi düşünüyordu. Ancak durum bu değildi. Bir süredir, sık sık, arkamdan adımla seslenildiğini duyuyordum. Bu ormanların tarihi düşünüldüğünde bu pek de hayra alamet değildi.
Harzer Hexenstieg! Harz Cadılar Yolu… Hansel ve Gretel’in babaları tarafından bırakıldığı o kötücül ormanın tam kalbindeydik! Kırmızı Başlıklı Kız’ın mantar topladığı bayırların ötesinde… Hexentanzplatz! Cadıların dans alanı…
İşte bu yüzden ağaçların ardına bakmamak için kendimi zorluyordum. İçimdeki merak ve korkunun çatışmasıyla bazen harita tutucumdan yansıyan ışıkla kamaşmış olan gözlerimi ormanın derinliklerine kaydırıyordum. Kafa lambamın kuvvetli ışığı sık ormanın içinde devasa gölgelerin dansetmesine sebep oluyordu. “Yollardan ayrılmayın!” demişti organizasyon görevlileri. Bir macera yarışı için oldukça alışılmadık bir talep… Şimdi ise neredeyse beden bulmuş, kaskatı bir karanlığın içinde, lambalarımızın insafına kalmış, donmamak için var gücümüzle pedal çeviriyorduk. Uzaktan gelen ıslıklar ve tekinsiz sözcükler, uykusuzluğun ve yorgunluğun da etkisiyle sanrıları tetikliyordu. Ansızın yoldan ayrılan küçük bir patikanın ötesinde, karanlıktan daha koyu oluşuyla ayırdedilebilen bir kütle farkettim. Acıyla çarpılmış devasa bir kara ağacın önüne kurulmuş, izbe bir kulübe! Kalbimin hızlı çarpmasına rağmen nefes buharım ansızın kesilince, nefesimi tuttuğumu farkettim. O anda kendime sordum; “Burada ne işimiz var bizim?”
Nisanın ilk haftası…
Banu henüz birkaç gün önce iki günlük Hard van Brabant macera yarışından önemli bir başarıyla dönmüştü. Ben ise uzaktaydım ve işlerimin yoğunluğundan ötürü sürekli idmanları kaçırıyordum. Uzun süredir 10 km bile koşmamıştım ve antrenmansızlığın vücudumdaki etkilerini hisseder olmuştum. Buna rağmen Banu bana sorduğunda anın coşkusuyla Harz yarışına katılmayı kabul etmiştim. Halbuki Kertenkeleler’i kurduğumuzdan beri Likya Macera Yarışı haricinde hiç bu kadar uzun bir yarışa katılmamıştık. Kararımız mantıklı değil, duygusaldı.
Kayıttan birkaç hafta sonra, Hollanda’da çantalarımızı hazırlıyor, eksik malzemeleri tedarik ediyorduk. Belli etmemeye çalışsak da ikimiz de bu yarıştan biraz çekiniyorduk. Hava durumunun sürekli daha soğuğa kayması cesaretimizi kırmıştı. Günaşırı etkinlikler her zaman daha farklı mücadeleler getirdiği için alıştığımızın dışında planlama yapmamız gerekiyordu. Sanıyorum herkes için sıralama değişecektir ancak bizim için bu engeller azalan zoruluk seviyesine göre şöyle: uykusuzluk, soğuk ve beslenme. Uykusuzluk hem bedensel hem de zihinsel bir engel. Uykusuzlukla başa çıkmak bizim gibi akşam 23:00’te yatıp, sabah 07:00’de kalkmayı alışkanlık edinmişler için pek zor. Bu sebeple bizi en çok korkutan da işte buydu. Avrupa’da geçirdiğimiz zamanlarda hava tahminlerinin alışık olduğumuzdan daha tutarlı olduğunu öğrendik. Yarış zamanında Harz bölgesinde hava sıcaklığı gündüz 6, gece -1 derece arasında değişecek gibi görünüyordu. Neyse ki yağış olmayacaktı. Yarış sırasında beslenme planlaması için en basit kural; her saat için 200 kcal civarında enerji alacak şekilde hazırlanmaktır. Ancak bu kadar uzun bir yarışta yalnızca jel ve bar yiyerek rahatsız olacağımızı düşündük ve eski usul, birkaç sandviç hazırladık. Yarışın 24. saati civarında ulaşacağımız 5 numaralı değişim istasyonunda (TA5) almak üzere bir çanta bırakabilecektik. Böylelikle besinlerin yarısını yanımıza almaya ve diğer yarısını da bu çantaya bırakmaya karar verdik.
Cuma sabah saat 05:00.
Amsterdam’dan yarışın yapılacağı Almanya’nın Harz bölgesine kadar 5 saatlik yolumuz vardı. Hollanda’daki macera yarışlarından tanıdığımız Oleksandr ile arabasını paylaşmak üzere anlaşmıştık. Aşağıya indiğimizde Oleks binanın girişinde bekliyordu. Bisikletleri ve çantaları arabaya yerleştirdik ve yola koyulduk. Oleks’in yola bu kadar erken çıkmayı istemesinin sebebi, İtalya’dan gelecek partneri Marin ile yarış alanında buluşacak olmasıydı. Bol sohbetli, az molalı bir yolculuk sonunda öğleden önce Thale kasabasına vardık. Kalacağımız kampingde çadırlarımızı kurduk ve akşam üstü yapılacak olan brifinge kadar dinlenmeye çalıştık.
Akşam üzeri kayıt işlemlerini tamamlayıp bisikletlerimizi teslim ettikten sonra brifingin yapılacağı belediye binasına doğru yürüdük. Hava oldukça serindi. Sokakta tek kişi bile kalmamıştı. Dükkanlar kapalıydı. Her yerde cadılar, kara kediler, cüceler ve devler resmedilmişti. Harz bölgesi Hıristiyanlık öncesinde, Cermen kabilelere ve daha da eskiden Kelt’lere ev sahipliği yapmıştı. Bu topraklar belki de dünyanın en eski pagan toplumlarının yaşadığı yerlerdi. Bu tarihinden ötürü Harz pek çok bilindik masal ve efsanenin çıkış noktası olmuştu ve cadılar ve cüceler işte bu yüzden tüm kültüre sinmişti.
Brifing tam planlandığı gibi 21:30’da başladı.
Uzun ve detaylı bir brifing sonrasında 3 adet A1 boyutunda paftadan oluşan devasa haritalarımızı teslim aldık. Yalnızca kaplaması bile yarım saatimizi aldı. Yarışın başlamasına 5 saat kalmıştı. Haritada işaretli olan toplam 42 kontrol noktası arasında rota seçimleri ve işaretlemeler yapmak oldukça zaman aldı. Kamp alanına varıp uyku tulumlarına girdiğimizde saatlerimizi 1 saat sonrasına ayarladık. Yarışa uykusuz başlayacaktık ve koskoca bir gün ve bir geceyi yine uyumadan geçirecektik. Bu huzursuz düşünceye rağmen yorgunluk sayesinde gözlerimizi kapar kapamaz uykuya daldık.
Haritalarımızı işaretlerken… Foto: Marin Christian
Brifing sırasında… Foto: Marin Christian
Sabaha karşı saat 2:30’da kalktık ve yarış ekipmanlarını kuşandık.
Başlangıç noktasına doğru yürürken hazırladığımız sandviçleri yiyerek hafif bir kahvaltı yaptık. Hava oldukça soğuktu ve yanımızdaki her şeyi üstümüze giymiştik. Takımlar birer birer hakem kontrolünden geçerek başlangıç bölgesine girdi. Saat tam 04:00’da yarışın başlamasıyla herkes aynı yönde koşturmaya başladı. İlk kontrol noktası yanıbaşımızdaki dağın tepesindeki seyir terasıydı. Tüm takımlar gecenin karanlığında, ultra maraton performansıyla koşuyorlardı. İlk iki hedefte rota seçimine ihtiyaç yoktu, zirveye giden tek sıra ince bir patikayı takip etmemiz bekleniyordu. Biz de diğer takımlara ayak uydurmak için hızlanmıştık. Ancak bu kadar uzun bir yarışın daha ilk etabında kendimizi bu denli yormamamız gerektiğini düşünüyorduk. Kıvrılarak zirveye doğru tırmanan yol boyunca kafa lambalarının ışıltılarını görüyorduk. Sanki Yüzüklerin Efendisi’nden bir sahne gibiydi: “Elfler bu kıyıları terkediyorlar…” dedim kendi kendime. Bu esnada nereye gittiğimize çok dikkat etmemiz gerekiyordu. Yerler değişik boyutta oynak taş ve kayalarla doluydu. Üstelik baton kullanmaya alışık olmayan Hollanda’lılar batonlarını etrafa savurarak yürüyor ve diğer yarışmacılar için büyük tehlike arzediyorlardı. Gecenin koyu karanlığında zirveye çıktığımızda serin rüzgara maruz kaldık. Hızla yakınımızdaki seyir terasındaki ilk noktayı ziyaret edip, geldiğimiz yoldan geri dönmeye başladık. Yokuş aşağı olan her yerde koşuyor, düz yolda jog temposunda ilerliyor ve yokuş yukarı hızlı adımlarla yürüyorduk. Çok geçmeden inişi tamamlayıp, ikinci kontrol noktasına doğru yükselen dik patikaya girdik.
İkinci kontrol noktasının bulunduğu tepenin bölge tarihinde yeri vardı. Efsaneye göre prenses Brunhilda’nın kendisi ile evlendirilecek olan devden kurtulmak için atıyla beraber sıçrayarak konduğu nokta bu tepenin yamaçlarındaydı. Hatta granit zeminde hala bir at nalı izi olduğunu okumuştuk. Efsanenin devamında ise Brunhilda’nın peşinden sıçrayan dev, karşıya ulaşmayı başaramayıp aşağıya düşüyor ve zamanın sonuna kadar prensesin tacının düştüğü Bode nehrini korumak ile görevlendiriliyordu. Efsaneler doğruysa karanlık yarın ötesinde, kanyonun derinliklerinde bir cehennem tazısı bizi bekliyor olacaktı. Zorunlu rotadan ilerleyerek dik bir sırttan aşağıya inmeye başladığımızda gökyüzü mor bir renge büründü. Şafak söküyordu. 6 km boyunca Bode nehrinin kıyısında, sarp kayalıkların altındaki tek sıra patikayı izledik. Sonra küçük bir patikadan 100m kadar yükselerek ulaştığımız plato üzerinde 3, 4 ve 5. kontrol noktalarını ziyaret etmek üzere yönümüzü batıya çevirdik. Bu etapta yol bulmak oldukça kolaydı. Mesafeler bir türlü bitmiyor olduğu için kendimizi zorluyor ve daha fazla koşmaya çalışıyorduk. Saat 09:10’da büyük bir barajın köprüsünden geçerek 1. değişim bölgesine (TA1) ulaştık. TA1 bisikletlerimizi alacağımız noktaydı. 28 km’lik trekking etabını aşağı yukarı 5 saat içinde tamamlamıştık. Oturup çantamızdaki küçük sandviçlerimizi yedik. Bisikletlerimizi teslim aldık ve yarışın ikinci etabı için pedallara asıldık.
Uzun koşu/yürüyüşten sonra bisiklete binmek çok rahat gelmişti.
6. kontrol noktasına rota seçimi yoktu. Ne var ki, yol da yoktu. Harita üzerinde işaretlenmiş olan yol, ağaç kesimi sebebiyle yok olmuştu. Zemin bataklıktı. Her yerde devrilmiş ağaçlar ve kesik dallar vardı. Sürekli bisikletleri taşımak zorunda kalıyorduk. Normalde 15 dk’dan fazla almayacak olan ayak, bize 45 dakikaya mal oldu. Devam etmek için bu yolun dere ile birleştiği yerde, derenin karşısına geçmemiz gerekiyordu. Neredeyse kalçalarımıza kadar buz gibi suya girdik. Suyun debisi yüksekti ve akıntıda bisikleti taşımak hiç de kolay olmamıştı. Derenin karşısına geçtiğimizde fazlasıyla üşümüştük. Haritada 7. kontrol noktasına giden yamaçtaki patika sürülebilir gibi görünüyordu. Ne var ki bu patika üzerinde de devrilmiş ağaçlar vardı ve hiç kimse bisikletini sürmüyordu. Bu ayağın başlarında da bisikletleri taşımak zorunda kaldık. Güya kolay olacak olan bisiklet etabı kabus gibi başlamıştı. Stratejimizi değiştirmeliydik. Stabilize yol ile kolayca ulaşılacak olmasına rağmen uzakta olduğu için 9. ve 10. kontrol noktalarını atlamaya karar verdik. 7. kontrol noktasına giden yol, büyükçe bir açıklıktan geçtikten sonra sık bir ormana giriyordu. Hızla ormana girip, girift patika ağında seri biçimde yolumuzu bulmaya başladığımız anda keyfim yerine geldi. Yanımızdan bir takım geçti ve ana patikadan ilerlediler. Bir alt paralelde daha iyi bir stabilize yol vardı. Bu yüzden ara patikaya girdik. Böyle bir kestirmeyi görebilmiş olduğum için kendimle gurur duyduğum anda patika bitti! Kısa süre sonra yoldan tamamen kopmuştuk.
Civardaki tüm patikalar dökülen yapraklar tarafından örtülmüştü. Bir yandan kendime kızıp söylenirken bir yandan da yalnızca yüzey şekillerinden yararlanarak yolu bulmaya çalışıyordum. İndiğimiz dik tepeyi tekrar çıkmak hiç kolay olmayacak diye düşünürken stabilize yolu -olması gerektiği yerde- bulduk. Stabilize yolda hızla ilerlerken bu defa da kendime çok çabuk telaşlanıyor olduğum için kızmakta olduğumu farkettim. 8. kontrol noktasına vardığımızda bir sonraki değişim alanı henüz açılmamıştı. Bekli atlamayı düşündüğümüz hedeflere uğrayabiliriz diye düşündüm. Pek akıllıca değildi. Nereden bakılsa 1 saatimizi alacak ve bizi fazlasıyla yoracaktı. Geçtiğimiz sene bazı takımların tüm puanları topladığını duymuştuk. Belki bu 1 saati ayırmadığımız için ileride pişman olacaktık. Bir süre konu üzerinde tartıştıktan sonra en azından atladığımız iki hedeften birine gitmeye karar verdik. Bu bir hataydı. Yarışın ilerleyen zamanlarında burada kaybettiğimiz 1 saatten ötürü sıkışacak ve daha verimli bazı etapları kısa kesmek zorunda kalacaktık. 10 numaralı kontrol noktasına gidip, bu kararı verdiğimiz noktaya geri dönmemiz gerçekten de 1 saatimizi aldı. Dahası, çok yakın görünen TA2 alanına ulaşmamız da hiç kolay olmadı.
Haritanın ortasındaki 16 km karelik bir bölge uydu görüntüsü ile kaplanmıştı.
Ayrıca bu bölgenin büyük çoğunluğu ormandan oluştuğu için patikalar seçilmiyordu. Haritalarımızı su geçirmez kapla kaplamıştık ve bu kap da güneşin harita üzerinde yansımasına sebep oluyordu. Bu yüzden zaten görünmeyen patikaları seçmek iyice imkansız hal almıştı. TA2 yüksek bir tepe üzerine kurulmuş bir kalenin içindeydi. Bu değişim alanında sularımızı doldurduk, bisikletleri bırakarak, uydu fotoğrafı ile yön bulma etabına başladık. Patikaları göremeyişimizden yol bulmak için basitçe “yönelme” yöntemini kullandık. Buna göre seçtiğimiz bir yönde giden bir patika üzerinde ilerlediğimiz mesafeye dikkat ederek, harita üzerinde nerede olduğumuzu kestirmeye çalışıyorduk. Bu şekilde adım adım yolumuzu bulmaya çalıştık. Daha önce, haritası olmayan bölgelerde, uydu görüntüsü kullanarak yol bulma deneyimimiz vardı. Bu yüzden, “yönelme” tekniğini kullanarak kontrol noktalarını sorunsuzca ziyaret ettik ve tekrar TA2’ye döndük. İşler iyiye gitmeye başlamıştı. Ancak daha en kötüyle yüz yüze gelmemiştik. Öğlen saatleri olmasına rağmen hava çok soğuktu. Gece kim bilir nasıl olacaktı?
Hareket edebildiğimiz sürece soğuktan korkmaya gerek yok diye düşünüyordum.
Peki ya hareket edemez hale gelirsek ne olacaktı? Bu düşünce ile ürperdim. Banu haritayı bir süre inceledikten sonra 16 ve 17. kontrol noktalarına uğramadan doğrudan 18. hedefe gitmeyi önerdi. Aksi takdirde kano etabının kapanış saatine (19:15) yetişemeyebilirdik. İki kolay hedefi kaçırmayı hiç istemiyordum. Biraz itiraz etsem de, Banu’nun haklı olduğunu biliyordum. 10. kontrol noktasında gereksiz yere fazla zaman harcamıştık ve şimdi bunun bedelini 2 kontrol noktasını atlayarak ödüyorduk. Yarışın puanlamasında öncelik sırası ziyaret edilen TA sayısı, kontrol noktası (KN) sayısı, bonus nokta (BN) sayısı ve süre şeklindeydi. Yani TA kaçırmamız kabul edilemezdi. İstemeye istemeye 16 ve 17. kontrol noktalarını atlamayı kabullendim. Dümdüz asfalt bir yol bizi 18. hedefe doğru götürüyordu. Rüzgar ilk defa arkamızdan esiyordu. Böyle olduğunda rüzgarın hızına ulaştığımız anda birden esinti hissi ve rüzgar sesi kesiliverir, huzur dolu bir anda asılı kalmış gibi hissederiz. İşte vazgeçtiğimiz hedeflerden uzaklaşırken bu anlardan birini yaşadık. Tam o sırada arkamızdan bir takım bize seslendi. “Neden o tarafa gidiyorsunuz? Bu tarafa gitmelisiniz.” Yanıtlamak için durmak zorunda kaldım. “Bu nereye gitmek istediğinize göre değişir. Biz hedeflere gitmeyeceğiz.” Diğer takımın haritacısı ısrar etti; “Ama çok yakınız. Hemen şurada… Kelimenin tam anlamıyla dokunacağımız mesafedeler.” Banu’ya baktım, ancak içten içe devam etmemiz gerektiğini biliyordum. Diğer takıma el salladık ve kendi yolumuza devam ettik. TA3’e vardığımızda saat 18:15’ti. Kano etabının kapanışına 1 saat vardı.
Kıyıda duran kanolardan birini kaptık ve güçlükle de olsa Bode nehrine indirdik.
Su araçlarının kullanımında hala çok tecrübeli olmasak bile zaman içinde en azından rezillik yaşamayacak kadar beceri geliştirmiştik. Kıvrılarak akan Bode, çok coşkun değildi. Hatta bazı yerlerde önümüzdeki suyun derinliğini kestirmek için dalgalanmaları iyi izlememiz gerekiyordu, aksi takdirde kanonun tabanı kayalara çarpabilirdi. 4 km’lik kano etabında iki küçük şelale geçtik. Sanırım bu şelaleleri atlayabilirdik. Ancak gece yaklaşıyordu ve ıslanma riskini almak istemiyorduk. İki sefer kanoyu kıyıdan bir alt nehir koluna taşıyarak geçmeye karar verdik. Kano etabını tamamladığımızda saat henüz 19:00 olmuştu. Kürekleri ve can yeleklerini TA4 noktasında teslim edip oryantiring etabına geçtik.
Bode nehrinin üzerinde, kano etabının sonu…
Bu etap aslında TA4’ten TA3’e geri dönerken yol üstünde uğranabilecek kontrol noktalarından oluşuyordu. Biriken yorgunluk yüzünden çoğunlukla yürüdük ve hafif tempo ile koştuk. Etabın son kontrol noktası, 22 numaralı hedef, ürkütücü görünen kayalıkların ardındaydı. TA3’e doğru kayalık sırttan koştururken hava epeyce kararmıştı. TA3’e girdiğimizde ise kafa lambalarımızı yakmak zorunda kaldık. Bir sonraki etabımız TA3’ten TA5’e kadar olan uzun bisiklet etabıydı.
Bisiklet lambalarımıza pek güvenmiyorduk.
Çok kuvvetli olmadıkları gibi, bataryaları da 5 saatten uzun gitmiyordu. Nedendir bilinmez, içimde parkur planlayıcılarının gece hedeflerini nispeten kasabalar civarına yerleştireceklerine dair bir his vardı. Ne kadar da yanılmıştım! Oysa ki gökyüzünde yükselen dolunay, açık havada bize çok yardımcı olabilirdi. Gerçekten de bu etap yarışın kaderini belirleyecekti. TA5’e ulaşmak çok önemliydi çünkü o noktada yarış öncesi bıraktığımız ek çantalarımızı teslim alacaktık. Ayrıca organizasyonun sağlayacağı sıcak yemek olma ihtimali de vardı. Yarım saat sonra ormanın girişine vardığımızda iki kişilik bir Challenger takımının patika başında haritalarını kontrol ettiğini gördük. Yolumuza devam ettik. Birkaç km. boyunca bir onlar, bir biz önde, ama birbirimizi gözden kaybetmeden ilerledik. Hava karardığından beri başka kimseyle karşılaşmamıştık. Işıklarımıza da güvenmediğimizden gecenin bir yarısında ormanda kalıvermekten çekiniyorduk. 23 numaralı kontrol noktasını geçtiğimizde bu takımdaki arkadaşlara yaklaşıp selam verdim ve bir süre beraber gidip gidemeyeceğimizi sordum. Kabul ettiler. Kendilerinden çok emin görünüyorlardı ve bu bizim için güven vericiydi. Yine de yol bulmada bir başkasına güvenmek konusuna her zaman temkinli yaklaşmakta yarar olduğunu biliyorduk. Bir başkasının yolu bulması ve yalnızca bisiklet sürerek onları takip ederken biraz dinlenmek iç ısıtan bir düşünce olsa da bizim için sürdürülebilir bir seçenek değildi. Geçen zaman içinde bir başkasının temposuyla haritayı kontrol etmek ve aynı zamanda yapılan rota seçimlerini anlamak, yolu bulmanın fazlasıyla yorucu olduğuna kanaat getirdik. 24 numaralı kontrol noktasına yaklaşan yollar haritada net çizilmemişti. Bir baraj gölünün kenarında olan bu noktaya nasıl ulaşacağımız konusunda arkadaşlarla fikir alış verişinde bulunduk. Sonunda biraz daha uzun olan ama bizi hedefe daha çok yaklaştıran bir patika üzerinde uzlaştık.
Kontrol noktasının olduğu baraj göletine vardığımızda, bir o tarafa, bir bu tarafa bakarak, kafa lambalarımızın ışığıyla hedefi bulmaya çalıştık. Her türlü ışık kaynağından uzakta, ormanın ortasında, zifiri karanlığın içinde etrafı görmek çok zordu. Sonunda kontrol noktasını oldukça dik bir tepenin en üst noktasındaki panoda bulduk. Yamaç o kadar dikti ki, bisikletleri iterken bile çok zorlandık. Kontrol noktasının yanına ulaştıktan sonra, karanlık patikalardan diğer takımlar, akın akın büyük gruplar halinde gelmeye başladılar. Kontrol noktasını ziyaret edip, hedef kartlarını zımbalıyorlar ve kısa bir harita kontrolünden sonra yine gruplar halinde ayrılıyorlardı. Bizim arkadaşlardan biri bu esnada tekerinin patlamış olduğunu görmüş, lastiği çıkarmaya başlamıştık. Her ne kadar daha yeni karşılaşmış olsak da onları orada bırakmak istemiyorduk. Tekeri değiştirmelerine yardımcı olduk. Hava o kadar soğuktu ki, Banu da dahil, yeni tekeri pompalayarak ısınmak için adeta sıraya girmiştik. Çantamızda ne kadar giysi varsa hepsini üstümüze geçirdik. Fazlasıyla uzun bir süre sonra teker onarılmıştı ve yola çıkmaya hazırdık. Arkadaşlarımız bütün noktaları atlayıp TA5’e gitmek istiyorlardı. Ancak TA5’e giden tüm yollar, sırasıyla kontrol noktalarına çok yakın geçiyordu. Bu durumu onlara bildirdikten sonra biraz tartıştık ve en azından birkaç hedef toplayabileceğimize kadar verdik.
Yolumuz bizi 25 numaralı kontrol noktasının sadece 250 m uzağından geçiriyor olmasına rağmen bu noktayı atlamaya karar verdik, çünkü hedef 150m.’lik bir tepenin zirvesindeydi. Dahası, zirveye ulaştıktan sonra, hedefin kesin noktasını bulabilmek için bir bulmacayı çözmemiz bekleniyordu. Belki normal bir günde keyifli olabilirdi ancak o kadar üşümüştük ki, bunu değerlendirmedik bile. Tekrar pedal çevirmeye başlayınca az da olsa ısındık. Artık yokuş yukarı gideceğimiz bir sonraki etabı dört gözle bekliyorduk çünkü yokuş yukarı pedal çevirmek biraz olsun ısınmak anlamına geliyordu. El ve ayak parmaklarımı hissetmez olmuştum. Banu’nun yüz ifadesinden onun da benzer bir durumda olduğu anlaşılıyordu. Bir süre sonra ötemizdeki bir yol ayrımında bazı takımların toplanmış olduğunu gördük. Yaklaştığımızda orada belki 8 – 10 takım olduğunu farkettik. Durdukları yerde bir haritalarına, bir etrafa bakıyorlar ve yüksek sesle hangi rotadan gidileceğini tartışıyorlardı. Ben iyiden iyiye yorulduğum için harita okuma görevini Banu devralmıştı. Bir anda takımlar soldaki yoldan aşağıya doğru hızla gitmeye başladılar. Ben de peşlerine takıldım ama gözüm hala arkada bekleyen Banu’daydı. Sonra birden Banu’nun adımı seslendiğini duydum. Haritayı incelerken kafasını kaldırdığı anda ben de dahil herkesin gitmiş olduğunu farketmiş ve telaşlanmıştı. Neyse ki, kaybolmak konusunda çok tecrübeli olduğumuz için her ikimiz de kaybolduğunu düşündüğün anda durmak ve ilerlememek gerektiğini iyi biliyorduk. Yokuş yukarı pedal çevirip Banu’ya beni takip etmesini söyledim. Öndeki takımlar adeta uçup gitmişlerdi. Ne bir ses, ne bir ışık, hiçbir iz yoktu. Banu’yla yokuş aşağı güvenli bir sürat ile inmeye başladık. İnişin sonu bir türlü gelmiyordu. Diğer takımlardan ayrıldığımız için endişeliydim. Neyse ki Banu haritayı iyi kontrol etmişti ve nerede olduğumuzdan emindi. Kilometrelerce indik. Hiç gerekmemesine rağmen, sırf biraz ısınabilmek için, fren sıkarak pedal çeviriyorduk. İniş uzadıkça uzadı. Harita kontrolünün elimde olmamasından ötürü kendimi iyice rahatsız hissediyordum ve söylenmeye başladım. Sürekli Banu’ya çabuk olmasını söylüyor ayrıca haritaya bakmayı ihmal etmemesini öğütlüyordum. Neyse ki Banu benden daha sakin ve soğukkanlıydı. Yıllar içinde tıpkı zincir ve aynakol gibi beraber şekillenmiş, birbirimizi mükemmel şekilde tanımıştık. Bu sayede söylenmelerime bir şekilde bağışıklık geliştirmişti. Bunun için müteşekkirdim. Banu’nun soğukkanlılığını görmek beni de biraz sakinleştirmişti. En kötü ihtimalle geri döner, bu indiğimiz yokuşu gün doğana kadar çıkar çıkar ineriz ve donmayız diye espiriler yapıyordum. Yolda neredeyse hiçbir ayrım olmaması şaşırtıcıydı. Yani tüm takımlar bu yönden gitmiş olmalıydı. Ancak bir türlü onlara yetişemiyorduk.
Derken, kaybettiğimiz kadar ansızın, bizimkilerle karşılaştık. Öyle sanıyorum ki bizi beklemişlerdi. Bu esnada yol ayrımında haritalarını kontrol ediyorlardı. Geldiğimizi görünce yola koyuldular. Harita kontrolü hala Banu’daydı. Ben yalnızca tempoya ayak uydurmaya çalışıyordum. Bir süre sonra her iki tarafında açıklık olan, yüksekçe bir alana geldik. Yanımızda haritada işaretli olmadığını düşündüğümüz bir bina vardı. Ayrıca yolun yön profili ve sağa, sola ayrılan küçük patikalar tutmuyordu. İki sefer kontrol noktasına doğru gittiğini düşündüğümüz küçük patikalara girmiş ve bir süre sonra patikanın sona ermesiyle geri dönmek zorunda kalmıştık. Dört kişi bir araya geldik ve haritayı değerlendirdik. Bir şeyler doğru değildi. Belli ki olduğumuzu sandığımız yerde değildik. Diğer arkadaşlar da belli ki fazlasıyla yorulmuşlardı. Bir süre harita üzerinde tartıştıktan sonra olduğumuzu sandığımız yerin 2 km. kadar gerisinde benzer profilde bir bölge gördük. Üstelik burada bina da işaretlenmişti. Birden tüm parçalar yerli yerine oturdu. Tek yapmamız gereken bu tezimizi doğrulamak için bir süre daha ilerlemekti. Çok geçmeden kontrol noktasına ayrılan doğru patikayı bulmayı başardık. 26 numaralı kontrol noktası yola yakın bir elektrik direğinde işaretlenmişti. Ancak yerinde değildi. Bu direk 103 numaralıydı ve hedefin 99 numaralı direkte olduğu, yani 4 direk ötede olduğu ipucu olarak belirtilmişti. Ben yapabileceğimizi düşünüyordum ancak diğer takımdaki arkadaşlar artık puan toplamayı hiç umursamıyorlardı. Challenger takımlarının kural gereği en az 4 saat uyuması gerektiği için bir an önce TA5 alanına varmaları gerekiyordu. Bu noktada onlardan ayrılma kararı aldık. Ben geçtiğimiz 2 saat içinde biraz dinlenebilmiştim ve haritayı devralma zamanım gelmişti. Arkadaşlarımıza iyi şanslar diledik ve 99 numaralı direğe doğru giden dar patikadan ilerlemeye koyulduk. Patika çok dardı ve çalılarla doluydu. Bu yüzden 100 numaralı direğe kadar ilerlemek bile oldukça zorlayıcı oldu. 100 ile 99 numaralı direklerin arasında koskoca bir vadi vardı ve aralarındaki mesafe önceki direklerin arasındaki mesafenin en az iki katıydı. Orada 99 numaralı direğe doğru bir takım üyesini göndermiş, dinlenmekte olan 3 kişiyle karşılaştık. Bize kontrol noktasına giden yolun fazlasıyla çamurlu olduğunu ve dereden geçmeyi gerektirdiğini söylediler. Bu noktaya kadar Banu’yu peşimde sürüklemiştim ve gereğinden fazla zaman harcamıştık. Bu yeni gelen bilgi üzerine, anında bu hedefi atlamaya karar verdik. Geldiğimiz kadar hızla geri dönmemiz takım arkadaşlarını bekleyen üçlüyü şaşırtmıştı. Bu noktada harita okumak ile ilgili tüm çekincelerimden kurtulmuştum.
Artık akıcı bir biçimde ilerleyebiliyorduk.
Yavaş ve temkinli gidiyor, emin olmadığımız yerde kısaca durup beraberce haritayı kontrol ediyorduk. Yine de yorgunluk epey birikmişti. Uzunca bir süredir kimseyle karşılaşmamıştık. Sürekli arkamdan adımın seslenildiğini duyuyor, dönüp dönüp ardıma bakıyordum. Dahası etrafımızdaki ağaçların ötesinden hışırtılar geliyordu. Kafamı çevirip baktığımda, bazen pek çok küçük gözün ağaçların arasından parladığını görebiliyordum ancak bu gözlerin neye ait olduğunu seçemiyordum. Karanlık çok koyuydu. Yerdeki küçük su birikintilerinin hepsi donmuştu. Ansızın yoldan ayrılan küçük bir patikanın ötesinde karanlıktan daha koyu, iri bir kütle farkettim. Biraz yaklaştığımda bunun terkedilmiş bir kulübe olduğunu görebildim. Ürperti, yorgunluk, kafa karışıklığı, açlık, soğuk ve kas ağrıları beni bir defa daha ne yaptığımızı sorgulamaya itti. Yüksek ihtimalle tanıdığımız herkes sıcak battaniyelerinin altında keyifli bir uyku çekiyordu. Karınları toktu, bir çatının altında, ağrı sızı olmadan, mutluluk içinde dinleniyorlardı. Sıcak uyku… Sulu bir yemek… Düşler… Derken, Banu’nun seslenişiyle irkildim. Adeta büyülenmişçesine kara, izbe kulübeye bakakalmıştım. Silkelendim ve kendime geldim. Şafağa kadar hala uzun bir süre vardı ve ormandan çıkmaya hiç de yakın değildik. Oyalanmamalıydık. Bir saat kadar sonra, sonunda, TA5’e epey yaklaşmıştık.
Değişim alanına vardığımızda ne yapmamız gerektiğine henüz karar vermemiştik.
Fazlasıyla üşüyorduk ama değişim alanında sıcak ve kapalı bir ortama girdikten sonra tekrar gecenin soğuğuna nasıl dönebileceğimizi bilmiyorduk. Hızlıca çantamızı teslim alıp, bir şeyler atıştırıp yola mı koyulmalıydık, yoksa biraz dinlenmeli miydik? Yarışı bırakmak da bir seçenekti elbette. Buraya kadar gelebilmiştik ve bu bile bizim için oldukça büyük bir başarıydı. Yarışı bırakma düşüncesinin cazibesine kendimizi fazla kaptırmamaya çalışarak yolumuza devam ettik ve çok geçmeden TA5’e vardık. Değişim noktası büyük bir spor salonuydu. İçerisi tam da tahmin ettiğimiz gibi sıcacıktı. Ağır bir yemek ve ter kokusu her tarafa sinmişti. İçeriye girdikten ve bize verilen çorbayı içip, sosisli sandviçleri yedikten sonra her ikimize de bir titreme geldi. Oyalanmak istemiyorduk ama bedenlerimiz dinlenmemiz gerektiğinin işaretlerini veriyordu. Bıraktığımız çantamızı teslim aldık ve erzak yenilemesi yaptık. Yüzümün yandığını hissediyordum ama içim ısınamamıştı. Banu’nun da yüzü kıpkırmızı olmuştu. Takımlar her tarafa yayılmış, dinleniyor ve hazırlık yapıyorlardı.
30 saniye gözlerimi kapattım, orada da yakalanmışım. Foto: Winfried Bats
Oturduğumuz süre içinde hızla güçten düşmeye başladığımızı hissediyordum. Banu’nun 20 dk kadar uyumasına izin verdim. O uyurken ben de haritayı inceledim. Artık mümkün olduğunca nokta atlayıp, en kısa yoldan bitişe gitmeliydik. Aksi takdirde bu yarışı bitiremeyebilirdik. Bu düşünce ile boğazımda bir şey düğümlenmişti sanki. Banu uyandıktan sonra birer sandviç daha yedik. Sonra şaşırtıcı bir biçimde, bütün ağrılara ve acılara rağmen doğrulduk, çantalarımızı sırtladık ve dışarıya adımımızı attık. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. TA5’te tam 2 saat geçirmiş olduğumuzu Banu’dan öğrendiğimde şaşırmıştım ama üzülmemiştim. Buna ihtiyacımız vardı. Erzak çantamıza yerleştirdiğimiz polarlarımızı da üstümüze giydik. Nasılsa ısınınca çıkarırız diye düşünüyorduk. Bilmediğimiz şey o andan sonra bitişe kadar hiç ısınmayacak olmamız ve o polarların üstümüzden çıkmayacağıydı. Bisiklete binmek için bacağımı kaldırdığımda büyük bir ağrı hissettim. Seleye oturmak da acı veriyordu. Derler ya insanın bir yanı ağrırken diğer acılarını unuturmuş. Yalan! O an vücudumda ağrıyabilecek her yer ağrıyordu!
TA5’te geçirdiğimiz uzun süre yüzünden, takım oyuncularından birinin koştuğu ve diğerinin bisiklete bindiği koşu/bisiklet etabını toptan atlamak zorunda kalmıştık.
Kendimizi TA6’daki oryantiring etabına hazırlıyorduk. Tüm yarışta toplam 42 kontrol noktası vardı. Ortalama olarak hedef başına 45 dakika düşüyordu. Yani 45 dakikadan fazla zaman harcanacak her kontrol noktası pahalıya mal olacak, daha sonra bir biçimde telafi edilmesi gerekecekti. Bu hesaba göre 18 km’lik 8 hedeften oluşan oryantiring kısmı yarışın en verimli etabıydı. Buradaki noktaların hepsini ziyaret etmeyi planlamıştık. TA5’ten ayrıldıktan kısa bir süre sonra kaslarımız yeniden ısınmış ve performansımız nispeten yerine gelmişti. 32 numaralı kontrol noktası sık bir koruluğun içindeydi ve ortalık hala çok karanlıktı. 32 ve 33. kontrol noktaları arasında, ormanın kıyısından giden yol üstünde ilerlerken gökyüzü kızılımsı bir mor renge bürünmeye başladı. Güneş doğmak üzereydi! 33. kontrol noktasının üzerinde bulunduğu tepeden aşağı inerken doğumuzda güneşin doğuşuna, batımızda ise soluk dolunayın batışına tanık olduk. Bu görüntü karşısında moralimiz epey düzelmişti ve hızımız oldukça artmıştı. Sorunsuzca bulduğumuz 34. kontrol noktasından sonra ulaşacağımız TA6 değişim alanına kadar olan bölgede yer yer geceden yağmış olan karın izleri vardı. Değişim alanına yaklaşırken etraf iyice aydınlanmıştı ve bisikletten inecek olduğumuz için memnunduk. TA6 da bir binanın içindeydi ama bir defa daha sıcağa alışmak istemiyorduk. Zaman kaybetmeden oryantiring etabına başladık. Ne var ki, koşmak bir yana, yürümek bile bizim için çok acı vericiydi. Yürüyormuş gibi değil, adeta sürünüyormuş gibi bir hızla ilerleyebiliyorduk. Bacağımın kalçam ile birleştiği yer fena halde ağrıyordu. Kesinlikle koşamıyordum. Banu’yla konuşup durumu değerlendirdik ve bu etabı uzatmamanın akıllıca olacağına karar verdik. 8 hedefin yalnızca 3 tanesini ziyaret edebilmiştik. TA6’ya doğru sonsuz uzunluktaki, 1 km’lik yürüyüşümüzde gerçekten de bu denli uzun bir yarışa hazır olmadığımız gerçeğiyle yüzleştik. Stratejimiz doğruydu, oryantiring etabının en verimli etap olacağını çok önceden farketmiştik. Yarış öncesinde harita üzerinde yaptığımız rota seçimleri neredeyse tamamen optimaldi. Yine de bedenlerimiz fazlasıyla yıpranmıştı. Uzun süredir koşu idmanı yapamamıştık ve o an bunun etkisini en ağır biçimde hissediyorduk. İroniktir, TA6’ya bu defa yürürken yaklaşırken bisiklete binecek olduğumuz için seviniyoduk. Bu sevinç, seleye oturup, ilk pedalı çevirdiğimiz anda tabii ki sönüp gidecekti! Bozuntuya vermeden, neredeyse topallayarak bisikletlerimizi aldık ve sessizce uzaklaştık.
TA6 ile TA7 arasında yalnızca bonus noktalar vardı. Hali hazırda zaten pek çok kontrol noktasını atladığımızdan bonus almanın bir anlamı olacağını düşünmüyorduk. Bu sebeple en kısa yoldan son değişim noktası olan TA7’ye gittik. Yarışın ilk koşu etabının yer aldığı kanyonun çıkışına kurulmuş olan değişim noktasında bisikletlerimizi teslim ettik ve 30 saat önce koşarak geçtiğimiz kanyondan, topallayarak, sekerek, sürünerek ilerlemeye başladık. 8 km’lik bir yürüyüş sonunda bitiş çizgisine varabilecektik ancak çok iyi bildiğimiz üzere bu yol hiç de kolay değildi. Acıya katlanarak mümkün olduğunca seri biçimde ilerlemeye çalıştık. Beklediğimiz üzere sürmesi gerekenden epey daha uzun sürdü ve 2 saatin biraz üzerinde bu etabı da bitirerek yarışı tamamlamış olduk!
Bitiş çizgisinde bizi bekleyen küçük bir kalabalık vardı.
Yarışın baş organizatörü, sempatik Winfried Bats orada bizimle epey ilgilendi ve bol bol tebrik etti. Bu kadar yıpranmış olmak iyi değildi ama yarışı tamamlayabilmiş olduğumuz için mutluyduk. Fazlasıyla hakettiğimiz bir duş, sıcak yemek ve kısa bir uykudan sonra ödül törenine katıldık. Harz yarışında karma kategoriler için ayrı bir sıralama yapılmadığı için yarıştaki sıralamamızı orada öğrenemedik. Ancak yarıştan birkaç gün sonra açıklanan sonuçlara göre karma takımlar arasında en yüksek puana sahip takımın biz olduğumuzu öğrendiğimizde çok şaşırdık ve çok sevindik!
32 saatin ardından
Bu yarışın bize öğrettiği bir sürü şey vardı. Yarışta bizi en çok zorlayan etken soğuktu. Çok soğuk ortamlarda antrenman yapmamıza rağmen aktif haldeyken hiç bu kadar fazla giyinmemiştik. Böyle uzun bir yarışta biraz daha fazla eşya taşımayı göze almalıydık belki de. Gece yarışta ilerleme ve ışık konusu başka bir eksiğimizdi. Belli ki ışıklandırma teknolojisi epey ilerlemişti, başka takımlar araba farı gibi lambalarıyla geziyorlardı. Bu konuda araştırma yapıp malzeme edinmemiz gerekiyor. Bildiğimiz ve tekrar öğrendiğimiz bir konu da kendimize ne kadar yatırım yaparsak karşılığını o oranda aldığımızdı. Koşu antrenmanı eksiğimizin acısını çok çektik. Yine antrenman eksiğinden ve kendimize güvensizliğimizden yarış öncesi motivasyonumuzun en düşük olduğu ve korkuyla başladığımız yarış bu oldu. Bu acıları çekmemek için hedeflerimize göre uzun vadede hazırlık yapıp uygun yarışlara katılmak önemli. Yine de her zamanki gibi vücudumuzun aşırı zorlandığı durumda bile neler yapabileceğine tanıklık ettik. Bu kadar zorlanmamıza rağmen yarıştan kopmadık, tutarlı şekilde bitişe ulaştık. Yarış sonrasında çok sayıda takımın yarışı bıraktığını ve hiçbir takımın bütün puanları alamadığını öğrendik.